Az Gelişmişlik Kader Mi ?..

Özel Yatırımların kamu yatırımlarına göre daha fazla katma değer, daha fazla net vergi ve sigorta primi yarattığı bilinen bir gerçek. Özel yatırımların en çok tercih edilen kaynağı özel tasarruflar olarak tarif ediliyor. Şimdi bu önerme üzerine en net ve basit tarihleneyi yapmış olan kişiye dönelim.

İktisatın Babasını “Adam Smith” olarak tarif edenlerden cesaret alarak, iktisadın Amcası Keynes ‘dir diyorum. Çünkü vermek istemediği ya da gücünün yetmediği yerde ortaya çıkan varlıklı amcayı tarif etmiş. Ayrıca, klasik iktisatçılar gibi illa ekonominin dengeye gelmesi için “tam istihdam seviyesinin” gerekmediğini, aslında denge diye tarif edilmesi gerekenin yatırım tasarruf eşitliği olduğunun altını çizmiş. Yani:

Y = C + S
Y = C + I
S  = I

Burada Y gelir,  C tüketim, S tasarruf, I yatırımlar olarak tanımlanmakta. Tasarruflar yatırımlardan büyük olduğunda atıl para, tüketim yatırımlardan büyük olduğunda doğal olarak yeni bir tercih meselesi ortaya çıkıyor. “Yatırım yapmama veya borçlanma”. Özetle basit olarak anlatıldığında önemi pek anlaşılmayan yatırım tasarruf eşitliğinin ekonomideki diğer parametreler için ne kadar önemli olduğu birazdan anlatacaklarımla daha belirgin hale gelecek.

Keynes, özel sektörün yeterli kaynak bulamadığı veya rantabl bulmadığı ihtiyaçlar için kamunun devreye girmesi elbette bir devlet sorumluluğu olduğunu teorik olarak tarif ederken bir yeri eksik bırakmış. Bu sorumluluğun hükümetler tarafından istismar edilmesi neticesinde tasarruf eksikliği yaşamanın kaçınılmaz bir gerçek olduğunu. Belki de “neoliberal iktisadın epistemolojik kopuşu” burada başlamaktadır. Türkiye’de Maliye ve Hazine Bakanının bir konuşmasında belirttiği, sonra da meslektaşlarımın espri konusu olan bu cümle aslında bir gerçeği barındırmaktadır:

Neoliberal iktisat ile liberal iktisat arasında bağlamsal bir kopuş gerçekleşmiştir. Liberal iktisat, liberal demokrasinin özü olan hukukun üstünlüğünden beslenir ve fırsat eşitliği sayesinde artan rekabetle değer yaratmaya dayandır. Neoliberal iktisat ise herhangi bir rejim altında kendine hayat imkanı yaratmakta ve bu haliyle zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapmaktadır. Bunun sebeplerini daha önce bir makalemde ele almıştım.*

Gelişmekte olan ülkeler arasında kapitalizm serüvenini çeşitli rejimler altında tecrübe etmiş ülkeler bulunmaktadır. Arjantin ve Latin Amerika ülkelerini örnek gösterdiğimizde, neredeyse 200 yıldır hem kamu hem özel sektör hem de vatandaş olarak borç sarmalından çıkamadıkları, gelir dağılımı bozukluğu, yüksek enflasyon, işsizlik ve istikrarsız büyüme gibi kronik sorunlarının yanında, sosyal ve siyasi sorunlar yaşamaları bir rastlantı değildir. Çünkü hiçbir ekonomik model içinde yaşadığı siyasi ortamdan ayırt edilerek analiz edilemez. Bu ülkelerdeki sefaleti ve dar boğazları “güçlü ülkelerin sömürmesi” olarak tariflemek bu açıdan kolaycılık gibi gözükmekte. ABD ve bazı ülkelerin kendi menfaatlerine bu ülkelere siyasi karışıklık çıkardıkları bilinmektedir ancak, karışıklığa meydan veren kırılganlıkları bizzat hükümetler tarafından yaratıldığını da kabul etmeliyiz.

Peki gelişmiş ülkelerde yaşayanlar hiç mi sıkıntı çekmiyor ? Tabii ki çekiyorlar. En azından hepimiz borçlular/krediler vs üzerine yeterince ABD kaynaklı film ve dokümanter izliyoruz. Tabii, bu problem Almanya ve Fransa’da pek yaşanmıyor. Yunanistan, İspanya, İtalya ve Portekiz’de yaşananlar ise büyük ölçüde finansal okuryazarlık eksikliği ve açgözlülükle açıklanabilir. Yine de Batı Dünyasının ve diğer gelişmiş ülkelerin geçmişlerinde ve yakın tarihlerinde yaşadıkları finansal krizler sebebiyle meseleye daha dikkatli ve özenli yaklaştıkları kesin. Patronu olmayan, neredeyse tamamı halka açık şirketlerin, “sihirli eller” marifetiyle atanan yöneticiler tarafından kimlerin yardımıyla soyulduğunu ya da içinin boşaltıldığını da sadece onlar değil, film endüstrisi sayesinde tüm dünya biliyor.

Ancak, Latin Amerika 200 yıldır yaşadığı finansal krizlerden hiç ders almamış şekilde yolda devam ediyor. Demek ki, ülkelerin yönetiliş biçimiyle doğru orantılı şekilde finansal konulardaki hassasiyeti değişebiliyor. Kronik tasarruf açıklarının sebebi de aynı şekilde yönetim biçimine dayanıyor. Demokrasiye bir sıçramayla geçtikten sonra eski totaliter rejimin alışkanlıklarını üzerinden atamayan her ülkede, önünde sonunda bu hafızayı kendi lehine kullanan iktidarlar ortaya çıkabiliyor. İspanya, Portekiz, Yunanistan’ın ara sıra başının bu sebeple belaya girmesi bir gerçek ise de, sonunda “hukukun üstünlüğü” egemen oluyor. İtalya bu açıdan bir önceki Başbakan zamanında iyi bir sınav verdi, otokrasiye geçit vermedi ancak şimdi dikkatlice izlemekte fayda var.

Sürekli darbe yaşanan ve bu sebeple totaliter izleri silemeyen seçimli demokrasilerde iktidarlar her zaman “mutlak güç” arayışında oluyor. Ortadoğu ve Asya’da ise mutlak güç devleti yönetmenin ön koşulu olarak ortaya çıkmakta. Demokrasiyi sadece seçimle tarifleyen ülkelerde “mutlak güç” kamunun istihdamdan tüketime yatırımdan sağlığa kadar her yerde para harcayan konumda olmasıyla sağlanıyor. Bu sebeple vergiler gelirlere oranla sürekli yüksek olduğu gibi, verginin vergisi anlamına gelen uygulamalar da yapılıyor. Kamunun bitmeyen harcamaları sebebiyle artan bütçe açıkları vergilerle karşılanamadığı için borçlanma yoluyla yine vatandaşın tasarrufları kullanılıyor. Yetmediği yerde yabancı tasarrufları alabilmek için yabancı para cinsinden borçlanma da yapılıyor. Tüm bunlar özel yatırımlar için gereken kaynakların daha pahalı hale gelmesine sebep oluyor. Buna ekonomi teorisinde “crawding out etkisi” adı veriyoruz. Bunu da başka bir makalemde incelemiştim. **

“Yozlaşmanın Yan Etkileri…”

Seçimli demokrasilerin önemli bir çoğunluğunda toplumsal değerler yozlaşmakta olduğu için “muteber insanı” değerleri değil varlıkları tarif etmekte. Adaletin aksadığı bu ülkelerde “ayrıcalık talebi” kaçınılmaz olarak yükselir, liyakat yerine yaranma duygusu öne çıkar. Çünkü insanlar borçlanarak elde ettikleri varlıkları sosyal statü olarak belirlerken, ihtiraslarını ihtiyaç olarak gördükleri için kendilerine ücret ödeyenlere veya makam tahsis edenlere sürekli yaranmak zorunda hissederler.

Bu sebeple sürekli vatandaşı borçlandıran modellerde faiz oranları hükümetler tarafından siyasi malzeme olarak sunulur, faiz düşmüyorsa bankalar ve finans müesseseleri suçlanır. Borçlanmayı başaranlar ise çalışma yaşamları boyunca kredileri ödemek zorunda bırakılırlar. Bu sebeple işlerini kaybetmeyi istemezler. Kurumlarda olan biten yanlış işlere ses çıkarmazlar, hatta gerekiyorsa överler. John Stuart Mill bu durumu “Özgürlükler Üzerine” adlı kitabında, “liyakat ile değil yaranmayla yükselmenin mümkün olduğu yerlerde yaşanan kaçınılmaz yozlaşma” olarak tariflemekte.

Ödenecek borç gerçeği altında herkes hükümetlerden finansal borçlar, vergiler ve sigorta primleri, okul ödemeleri, çekler, krediler ve kredi kartları, imar kanununa aykırı yapılar ile ilgili af, barış ya da yeniden yapılandırma bekler. Bunların hepsi seçimlerde hükümetlerin yeniden seçilme zorunluluğu haline gelir. Doğru olan değil popüler olan yapılır. Kısır döngü devam eder. Enflasyon, faizler, işsizlik bir taraftan adaletsizlik, sefalet, borçluluk diğer taraftan yükselirken, özgürlükler, eleştirel düşünce, eğitim gibi unsurlarda gerileme başlar. Çünkü değerler ile başarıya ulaşmanın mümkün olmadığı algısı iyice yerleşmiştir.

Tabii, vatandaşlar “mutlak gücü” elinde tutan hükümetleri “devlet” gibi görmeye başladıkları için, yukarıda bahsettiğim sebepler çerçevesinde eleştirmekten kaçınırlar. Hükümetler kendilerini devlet gibi gördükleri için eleştiri yapanları “devlete karşı baş kaldıran” olarak nitelendirip o şekilde muamele ederler. İş insanlarından sokaktaki vatandaşa kadar herkesin mutlaka adaletsiz ortamda ürettiği tartışmalı ek faaliyetleri olduğu için, karşılıklı olarak yapılanlar görmezden gelinir. Bazı ülkelerde bazı hükümetlerin üst üste seçilmelerinin arkasındaki mucize budur: Tasarruf yetersizliğinden dolayı borçla tatmin edilen heves ve ihtirasların yarattığı değer yozlaşması olarak kısaca özetlenebilir.

Bunları bu bağlamda analiz ettiğim için mutlaka istatistik olarak kanıt isteyen de olacaktır. Ancak şunu söylemem gerekir: Bilim dediğimiz deney-gözlem-keşif-tecrübe doğrultusunda gerçek olduğu bilinen gelişmeleri matematik ile rasyonalize etme faaliyetidir. Dolayısıyla bir gelişmenin varlığını matematikle ispat etmeye gerek kalmadan, gözle görülür halini fark edebilmek, başlı başına bilimsel bir faaliyettir.

Paul Dirac’ ın “matematik bir araçtır” dediğini unutmayalım ve şu sözünü de ekleyelim.

“…Anlamlı matematik, görmek istemediğimiz büyük öğeyi değil, sadece sonucu etkilemeyecek kadar küçük ayrıntıyı denklemden çıkarmaktır..”

 

Prof. Dr. Emre Alkin

Ara