Demokrasi ve Özel Sektör İlişkisi..

Bu sabah OECD’nin İstanbul’daki merkezinde bölge ülkelerinde özel sektörün gelişmesi adına bir dizi panel düzenlenecek. Ben de Topkapı Üniversitesi’ni temsilen konuşma yapacağım. Normalde rakamlar üzerine konuşmam bekleniyor ama işin felsefesini konuşmadan rakamlar hiçbir şey ifade etmiyor.

Her şeyden önce aklıma şu soru geliyor: Tam olarak işlemeyen bir demokraside piyasa ekonomisi çalışır mı? Hepimiz biliyoruz ki piyasa ekonomisi liberalizm, yani bireylerin özgür iradesinin bazı grupların menfaatinden daha üstün tutulduğu bir yaklaşımdır. Şu an tüm dünyaya egemen olmuş neo-liberalizmden farkı böylece ortaya çıkmış oluyor. Ancak tam olarak farkı anlamak için bir tarif daha yapmak lazım.

Demokrasi yönetimde halkı egemenliğine, liberalizm ise hukukun üstünlüğüne dayanır. İkisi yan yana gelince ki en doğrusu budur, bireylerin özgür iradesi ile yaptıkları seçimlere saygı duyan, özgürlüklerin sınırını diğerinin başladığı yerde belirleyen, seçilmiş kişi ya da grupları kanunla koruyan değil, herkesi kanunlar karşısında eşit hale getiren sistemden bahsetmek mümkün oluyor.
Batı demokrasilerinde yüzlerce yıllık mücadeleden sonra edinilmiş hakların, bireylerin değil grupların haklarını gözeten Neo-Liberalizm tarafından erozyona uğratılmış olması, tam demokrasiye geçiş için çabalayan bölge ülkeleri için kötü örnek oluşturuyor diyebilirim. Dolayısıyla gelişen ülkelerde kamu tekellerinin özel tekellere dönüşmesi, bazı sektörlerde seçilmiş ailelerin hakim olması, fiyat oluşumlarına sözde özerk ama siyasi otoriteden emir alarak müdahale eden kurumların olması, finansmana ulaşmada negatif seleksiyon uygulanması bizi şaşırtan sonuçlar değil.

Bundan başka kalkınma teorilerinde devlete yüklenmiş görevin görmezden gelindiğine şahit oluyoruz. Neydi devletin görevi? Mal ve hizmet üretenin maliyetini düşürecek altyapı yatırımı yapmak. Bireylerin özgür iradelerine dayalı olmayan illiberal demokrasilerde devlet yani hükümet bu görevini unutuyor, sonradan özel sektör ve vatandaşların sırtına yük olacak pahalı mega projelere odaklanıyor. Çoğunluğun oyunu aldığı için vatandaşa sormaya gerek görmeyen, “ben onlar için en iyisini düşünürüm” yaklaşımı hakim oluyor. Daha da kötüsü hükümetler oy aldıkları çoğunluğun beğendikleri ve beğenmedikleri üzerine yasa çıkarabiliyorlar. Tüm bunlar tasarruf ve sermaye oluşumu, piyasaların istikrarı, finansal serbestlik gibi güven esasına dayalı unsurların ya gelişmesini önlüyor ya da seçilmiş kişilerin elinde büyümesine müsaade edilen bir ortam oluşturuyor. Hal böyleyken özel sektörün gelişmesi adına söylenenlerin bir değeri kalmıyor.

Bireylerin özgür iradeleriyle piyasaların dengeye gelemeyeceğini ve bu sebeple sürekli müdahale etmeyi düşünen hükümetlerin, özel sektörün gelişmesi ile ilgili olarak kalite ve verimlilikten çok, ölçek ile büyüklük konuştuğunu da görüyoruz. Bu tip ülkelerde “en verimli, en kaliteli, en katma değerli” konuşulmaz, “en büyük, en geniş, en yüksek” gibi başlangıçlar cümleleri süsler. Bireylerin kendi menfaatlerini maksimize edecek faaliyetleri kendi tercihleriyle değil, siyasi irade ile tespit edildiği ülkelerde, özel sektör faaliyetlerini geliştirmek sabırla izlememiz gereken bir evrim olarak da nitelendirilebilir. Evrimin en önemli özelliği güçlü olmayanın elenmesidir, ancak grupları koruyan ortamlarda bahsettiğimiz bu gelişmenin sağlıklı ilerlediğini iddia etmemiz hayalperestlik olur.

Yine de şunu hatırlatmak isterim: Özel sektörün gelişmesi, çeşitlilik arz eden toplumlarda temsil, yaratıcılık, çeşitlilikten doğan sorunların çözümü ve barış içinde yaşam için en uygun kurumsal çözümdür desem yanlış olmaz. Bu arada politik tansiyonun düşürülmesi için de faydalıdır. Bunun en önemli unsuru “özel mülkiyet” olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, mülkiyetin zorla ya da zorbalıkla elde edilmesi sonucunda piyasa ekonomisi doğru çalışabilir mi? Özel sektör gelişebilir mi? Cevabım basit, büyüyebilir ama gelişemez. Birçok ülkede yaşanan sorunların başında kişilere ya da gruplara özel kanunlar yoluyla ya da oldubittiler sonucunda özel mülkiyetin el değiştirmesidir.

Tüm bunlardan anlıyoruz ki, özel sektör siyaset kurumunun sürekli gözetiminde ya da denetiminde ilerleyen bir faaliyet haline gelmiştir. Sağ görüşlü siyaset için liberalizm al-sat özgürlüğünden ibaret olup, sol görüşlü siyaset için de ekonomi haricindeki kişisel hakları ifade eder. Her iki taraf da özgür iradenin tamamen hakim olmasını, farklı motivasyonlarla engellemeye çalışıyor desem yanlış olmaz. Tüm bu engellemelere rağmen özel sektör kaynaklı piyasa ekonomisi sayesinde fert başına üretim 1800 yılından bugüne kadar 3000 kat artmış gözüküyor. Belki de liberal ya da illiberal fark etmez, ülkelerde özel sektör gelişimini desteklemeye cesaret veren bu gelişmedir diyebilirim.

Ancak, piyasa Ekonomisini kabul edip, demokrasiyi sınırlamaktan bahsediyorsak o zaman bu ülkelerde gelişmesini istediğimiz tek şey “kapitalizm” olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu dürüstlükle yola çıkarsak, kapitalizmin gelişmesi için ahlak ve adaleti korumak adına bazı müdahaleler için akıl yürütmesi yapabiliriz.

“Yapısal reform ve kalkınma ilişkisi…”

1923 yılında daha Cumhuriyet kurulmadan gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresinde, Mustafa Kemal Atatürk şunların altını çizmiş: “..Şahsi menfaatler toplum menfaatinin genellikle önüne geçer ama rekabet için çok önemlidir. Dolayısıyla devletin düzenleyici otorite görevini fertlerin haklarını gözetecek şekilde yerine getirmesi ama bunu yaparken piyasa kurallarına saygılı olması gerekir. Çünkü hiçbir devlet fertlerin yerine geçemez, hiçbir devlet fertlerin işini yapamaz…”

Böylelikle Atatürk, Hayek ve Schumpeter arasındaki fikir çatışmasına noktayı koyuyor. Yani, ekonomide merkezi bir planlama olacak ama söz konusu planlama piyasa ekonomisinin yolunu aydınlatmak için yapılacak. Tabii, John Stuart Mill “özgürlükler üzerine” kitabında siyasal iktidar ve gücün devri ile ilgili zorluklar konusunda bizi yüzyıllar önce uyarmış. Güvenlikçi politikaların piyasa ekonomisi ve demokrasinin üzerine çıkmasını engellemek için verilen çabaların bu kitapla beraber tarihçesinin eski olduğunu anlıyoruz.

Benim hem özel sektör hem de kamuda geçirdiğim 30 yıllık tecrübenin sonunda rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Rekabetten hoşlanmayan siyaset, rekabetten hoşlanmayan iş insanları ve gruplar yaratıyor. Rekabetin hem iç piyasa hem de dış piyasada adaletli şekilde sağlanmasını sadece bağımsız otoritelerle sağlamak da mümkün değil. Ülkenin kültürel altyapısı ve yaklaşımlarının da rekabete yatkın olması lazım. Bu açıdan bakıldığında Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Akdeniz Bölgesinde özel sektörün sağlıklı gelişimi için bir düşünce evrimi gerekiyor. Bir gecede, çatışmayla beslenen bölge politikaları değişmeyeceğine göre, burada bir evrimden bahsetmek en doğrusu.

Şöyle bir örnek vereyim: Seçildiği ya da atandığı kurumun olanaklarını şahsına verilmiş bir hak gibi kullananların bulunduğu yerde, iş insanlarının firmalarının yarattığı karla yetinmeyeceği ortada. İşiyle alakalı olmayan harcamaları firmasına fatura eden iş insanları her yerde var ama bu bölgede daha fazla. Firma kurmayı yaratıcılığın ve rekabetin değil, çabuk zenginleşmenin merkezine koyarak varlık edinmenin bir ahlak sorunu olduğunu anlatmakta zorlanıyoruz bu ülkelerde. Bir özel teşebbüsün unsurları emek, sermaye, toprak ve girişimci iken, girişimcinin kendini mutlak hakim olarak görüp özel hayatının masraflarını firmaya ödetmesinin kanunlarda belirtilen “basiretli tüccar” tanımına uymadığını maalesef anlatmakta zorluk çekiyoruz.

Bu bilince uymayan ve sürekli hükümetler tarafından destek gören gruplar ve şirketler, kar etmeseler de hayata devam edebiliyorlar. Hal böyleyken sermaye birikimi, verimlilik, teknolojik gelişim ve kalkınma bu ülkelerde bir türlü arzu edilen seviyeye ulaşamıyor. Optimal şekilde kullanamadığı kapasiteyi sürekli artıran, uygun insan kaynağını bulmadan odak alanı dışındaki sektörlere yatırım yapan, siyaset üzerinde baskı kurarak rekabete karşı korunacak vergi ve dış ticaret rejimleri yaratan ayrıcalıklı gruplar yaratan siyaset, baştan da belirttiğim gibi demokrasi konusunda kötü sınav veren ya da demokrasi serüvenine yeni başlamış ülkelerde cereyan ediyor.

Buradan hareketle özel sektörün gelişmesi için öncelikle yapısal reformların yapılması lazım desem yanlış olmaz. Yani adalet, özgürlük ve eğitim. Bu üç sacayağı özgür iradeyi güçlü kılacak öğelerdir. Hukukun üstünlüğünü, hak ve özgürlükleri adaletli şekilde koruyan kanunlarla sağlayabiliriz. Ayrıca, teşviklerden vergi ve dış ticaret rejimine, gümrüklerden finansal sektöre kadar sürtünmeyi artıran ya da haksız maliyetler yaratan ne varsa kanun ve mevzuat yoluyla yok edilmeli. Tabii ki, modern eğitim ise böyle bir adaletli ve eşitlikçi ortamı talep edecek bireylerin istikrarlı şekilde sayısının artmasını sağlar.

Diğer taraftan piyasayı düzenleyen kurumların piyasa gerçeklerini kabul ederek faaliyet göstermesi gerekiyor. Piyasa hareketlerinin toplum menfaatini bozacak şekilde gelişmesine müdahale ederken bile, bunun “geçici” olduğunu kabul edecek ve kalıcı düzenlemeler yapmayacaklar. Ayrıca, kanun ve mevzuat sık aralarla değiştirilemeyecek. Böylelikle yatırımcının güveni sağlanacak. Gelişen ülkelerde tasarruf birikimi zayıf olduğu için yabancı tasarrufa muhtaçlardır. “Güven ortamı” yabancı tasarrufların bu ülkelere akmasını sağlar, ulusal paraların istikrarlı seyri için imkan yaratır. Sürekli değer kaybeden paralara sahip ülkelerin bunu dış ticarette rekabetçiliğe çeviremeden yüksek enflasyonla karşılaşması bir rastlantı değildir. Bunun da altını çizmek istiyorum.

Son olarak, özel sektörün davranış tarzını düzeltmesi gerekiyor. Burada da iki kural geçerli: Yeterince büyük olanlar piyasaya şekil verecek, olmayanlar ise piyasaya göre şekil alacak. Piyasaya göre şekil alacakların dinamik olması, piyasaya şekil verenlerin de ahlaklı olması gerekir. Her ne kadar ahlak kültürlere göre esnekleşen bir değer olsa da, ahlak dışında yapılan davranışların hem firmaların hem de toplumun aleyhine sonuçlar yarattığını kabul etmek gerekir.

Elbette dijitalleşme, çevre, sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi, döngüsel ekonomi ve sıfır atık da önemli ama demin bahsettiğim temeller oluşturulmadan yapılan her şey teflon tavadan kayar gibi kayıp düşecektir.

Prof. Dr. Emre Alkin

Ara