Emre Alkin ”Dijitalleşme öldürmedi, aksine hem bilimi ileri götürdü hem de insani dokunuşların ihtimalini artırdı.” – Magg4.com

Altınbaş Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Emre Alkin ile Değişen Dünyanın Finansa, Eğitime ve Sanata etkileri üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Sayın Alkin’e Magg4’e zaman ayırdığı için teşekkür ediyoruz.

 

Altınbaş Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Emre Alkin ile Değişen Dünyanın Finansa, Eğitime ve Sanata etkileri üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Sayın Alkin’e Magg4’e zaman ayırdığı için teşekkür ediyoruz.

 

Sıradan akademisyenlerin yanı sıra siz çok yönlü bir kişiliğe sahipsiniz, sanatla iç içesiniz ve birçok kitabınız var. Okurlarımız için biraz bize kendinizden bahsedebilir misiniz?

Aslında sıradan akademisyen dediğiniz zaman normal bir akademisyeni tarif ediyorsunuz. Normal akademisyen bizim gibi oluyor. Diğerlerinin ne olduğunu bilmiyorum, yani interdisipliner dediğimiz disipliner arası bir yaklaşımınız olmazsa kendi odaklandığınız bilim dalında da çok başarılı olamıyorsunuz. Dolayısıyla sabahtan akşama aynı şeyleri konuşan, aynı işi yapan, aynı konuda derinlik yaratmaya çalışan insanların sığlaştığı ortada. Dolayısıyla aslında sıradan akademisyen benim. Bizi, şahsımı sıra dışı yapan şey bu sıradanlıktan kendimi çıkaracak ifade biçimleri. Yani sıradan akademisyen benim gibi disiplinler arası öğretilere dikkat eden ama sıra dışı akademisyen de ifade tarzında benim gibi çok radikal, çarpıcı, sıra dışı işler yapan oluyor. Dolayısıyla kendimi böyle tarif ediyorum. Sıradan bir akademisyenim ama beni sıradan akademisyenden dışarıya koyan şey de bunu ifade etme tarzım. Bildiklerimi ifade etme tarzım.

 

İnsan yaşı artık yüz yirmi yaş aralığına kadar çıkıyor. Tahmini sizde kuşak olarak yüz yaşlarınızı göreceksiniz. Bu süreç içinde kişiler birkaç meslek sahibi olabiliyor. Ama siz bunları aynı anda sürdürebiliyorsunuz. Bunu gerçekleştiriyorsunuz. Birçok kişi emeklilik hayali kuruyor ve emekli olduktan sonra farklı alana yöneliyor. Ama siz bunu aynı anda yapıyorsunuz. O zaman emekli olma gibi bir fikriniz yok. 

Yani insanların böyle, nasıl diyeyim, özellikle benim yaş kuşağımın bu tip beklentilerde olmasını çok normal karşılamıyorum. Çünkü huzurlu olmak için emekli olmaya gerek yok. Kendi öz işinizi yaparken farklı şeyler de yapabilirsiniz. Mesela iyi bir banka genel müdürüsünüzdür ama tarihe meraklısınızdır. Tarih kitabı yazabilirsiniz. Kimse vaktim yok demesin. Yani sonuçta çoluk çocuk büyüdükten sonra eşinizle de evdeki ilişkinizi arkadaşlık, bir partnerlik düzeyinde seviyeli bir şekilde tuttuktan sonra sizin boş zamanlarınızda yaptığınız faydalı işlere pek fazla karışan, engellemeye çalışan olmaz. Dolayısıyla insanlar özel yaşantılarında da, iş yaşamında da tutsaklığı tercih ettikleri için bu tutsaklıktan dışarıya çıkamayıp gerçekten kendilerini hoşnut edecek işleri yapmaktan bilerek alıkoyuyorlar. Çünkü toplum bunu onlara demiştir; banka genel müdürü demiştir, profesör demiştir, doktor demiştir, cerrah demiştir vesaire demiştir, öyle ki sanki bunları yapınca başka bir şey yapamayacakmış gibi düşünenler var. Halbuki benim tanıdığım benim yaşımda çok kıymetli bir banka genel müdürü var, kafası bozulunca teknesine atlayıp açık denize gidiyor ve bundan da çok büyük keyif alıyor. Aynı zamanda iyi bir denizci kendisi.

Tanıdığım birçok proföser var. Kendi ana bilim dalı haricinde, sanat dalları haricinde çok ciddi şeylere imza atıyorlar. Tanıdığım birçok işadamı veya tasarımcı var, çok iyi müzik yapıyorlar. Ve jaz çalıyorlar. Rock çalıyorlar. Bunu para kazanma amacıyla da yapmıyorlar. Çünkü mutlu olmak para kazanmaktan çok daha önemli. Ama bunu tabii gençler bizim yaşımıza gelince ancak anlayabiliyor. Biz tabii şanslı bir nesildik. Yani biz bunu gördük. Yani para kazanmanın mutlulukla birebir doğru orantılı olmadığını yaşayarak gördüğümüz için bizim jenerasyon biraz şanslı, bizden sonra gelenler de iyi yaşamak için çalışıyorlar. Bu da doğru bir yaklaşım değil, iyi yaşamanın koşulu çok para kazanmak değil. Herkes kendi tecrübesini yaşayacak ama dediğimiz gibi çok yönlü olmak ve kendinizi mutlu eden şeyleri bulmak önemli. Kendini mutlu etmek isteyen bir insanın yapacağı en büyük hata sürekli tekrar eden işleri yapmak ve kendisine fayda getirmeyecek alışkanlıklara sahip olmaktır. Size fayda getiren alışkanlıklar var. Mesela sabah disiplinli kalkmak, spor yapmak, haftanın belli saatlerinde egzersiz yapmak, kafanızı dinlemek, sabah kalktığınızda kahvaltınızı şöyle yapmak, böyle yapmak. Bunların hepsi faydalı. Ama faydasız alışkanlıklar da var. Sigara içmek gibi. Çok fazla alkol tüketmek gibi veya eğlencenin sadece bir açılımından hoşlanmak ve diğerlerini tamamen reddetmek gibi. Mesela ben hiç kitap okumam diye övünmek gibi ondan sonra sabahtan akşama televizyon karşısında oturup hiçbir şey yapmamak vesaire bunlar çok faydalı alışkanlıklar değil. Dediğim gibi faydasız işleri hayatımızdan çıkararak yola devam etmenin çok önemli olduğuna inanıyorum.

 

Yakın zamanda Mükemmeli Arayan Kadın kitabınızın imza günü vardı. Gerçekleştirdiniz. O günü bizim için değerlendirebilir misiniz? Ve kitabınızdan bize biraz bahsedebilir misiniz?

Tabii hemen. Mükemmeli Arayan Kadın birkaç tane mesaj içeriyor diyelim içinde. Bu mesaj öğreti değil, yanlış anlaşılmasın. Kimseye bir şey öğretmeye niyetim yok ama bunlardan birincisi daha önce yazdığım Seve Seve Aldattım isimli kitabımda olduğu gibi, bir kere alışılmış mutsuzluk için insanlar keşfedilmemiş mutluluklarını feda ediyor. Yani bu ne demek, şöyle ki işinden, eşinden, arkadaşlarından, çevresinden ortamından, evinden mutsuz. “Tamam, çık o zaman bu dairenin içinden,” diyorsunuz. “Yok, çıkamam.” “Niye?” “Alıştım,” diyor. “Garanti,” diyor. “Tamam da mutsuzluk garanti,” diyorum. “Olsun abi, garanti,” diyor. Yani buna böyle cevap veriyor. “Dışarı çık,” diyorum. Tamam orada garanti değil mutluluk, ama burada mutsuzluk garanti. “Olsun,” diyor, “garanti olanda ben kalayım,” diyor. Mesela bu genellikle toplumun bize yakıştırdığı, hatta yapıştırdığı sıfatlardan dışarıya çıkamamakla doğru orantılı ve bununla beraber eşanlamlı, eşgüdümlü şekilde devam ediyor. Yani mesela Emre Aklın iyi çocuktur. Başka özelliği yok mu Emre Alkın’ın? Yani Emre Aklin iyi müzik çalar, iyi şarkı söyler, iyi kitap yazar, iyi hocadır, eğlenceli adamdır, iyi babadır. Hayır bunların önemi yok. Emre Alkın iyi adamdır. Efendi çocuktur. Oturmasını kalkmasını bilir. Tabii bunlar bizim toplumumuza kodlanmış tuhaf ayrıntılar. Emre Alkın iyi adamdır deyince Emre Alkın’ın başkalarının gözünde kötü olarak addedilecek işleri yapma hakkı kalmıyor. Yani mesela doyasıya dans etme hakkı yok, yüksek sesle şarkı söyleme hakkı yok, diz çöküp sevdiğine seni seviyorum diye bağırma hakkı yok, çünkü bunlar ayıplanıyor.

Aynı şekilde toplumda bir iyi kadın yaftası var. Bu iyi kadın da bir tane adamda karar kılıyor, fakat adam da istediği bütün eziyeti yapıyor, ona rağmen ayıp olmasın diye kimseye bunu söyleyemiyor. Böyle iyi kadın mı olur? Buna biz akıllı kadın bile diyemiyoruz. O yüzden tecrübe edinmek isteyen, değişik, hatta farklı tecrübeler yaşamak isteyen bir kadının hemen kötü kadın yaftasıyla karşı karşıya kalma ihtimali çok yüksek, özellikle bizim gibi toplumlarda. Halbuki biz insanları kavun gibi koklayarak anlamıyoruz. Bir insan mutlu olacağı kişiyi arayarak bulmalı. Tabii ki kolu bacağı kaptırmadan. Çok fazla insan soktuğunuz zaman hayatınıza başınız dönüyor. Ama sonuçta insanların birbirini deneyip beğenme veya beğenmeme haklarının olması gerektiğini düşünüyorum ama bu da bana tuhaf geliyor. Yani bunu erkeğin yapma hakkının olduğu, kadının bunu yapma hakkının olmadığıyla alakalı kafamızda bir çirkin düşünce mevcut. Özellikle şu Sıla’nın meselesinde de bakıyorum ki bazı kadınlar ki onlara sanatçı diyemeyeceğim, “Ay ne kadar ayıp, efendim Türk örf ve âdetinde böyle bir şey var mı?” diyor. Türk örf ve âdetinde kadını dövmek var mı diye soruyorum. Ben Anadolu’yu karış karış gezdim, gerçekten Anadolulu ailelerde erkeğin kadına sesini yükselttiğini bile görmedim. Bir bakış yetiyor. Kadın erkek arasındaki bu tuhaf çatışmanın hiç Türk örf ve âdetiyle alakası olmadığını kimse bilmiyor mu? Yani ne Osmanlı’da böyle bir âdet var ne Türkiye Cumhuriyeti’nde böyle bir âdet var. Kadına karşı ya da kadının erkeğe karşı, ikisi de aynı. Şiddet uyguladığı, duygusal şiddet gördüğü, fiziki şiddet uyguladığı bir durum yok. O yüzden Mükemmeli Arayan Kadın’da niye kadın üzerinde durduk, çünkü kadınlar bir çıkış noktası bulsun istiyorum. Yani kadınlar da hayatı erkekler gibi deneyerek ve yanlış yaparak öğrenecek bir yol bulsunlar ve bunun ayıp olmadığını görsünler.

Artı bir de şöyle diyeyim, sınanmamış günahla ukalalık etmenin yanlış bir şey olduğunu insanlara anlatmaya çalıştım. Dur, otur, bir dinle veya gör, şahit ol, ondan sonra konuş. Bizde genellikle karşı tarafın hikâyesini tam olarak duymadan, tam olarak detayına vakıf olmadan itiraz etme hali olduğu için Mükemmeli Arayan Kadın’da en azından bu kadının hikâyesini Gizem karakteri üzerinden baştan sona bir okumaları gerektiğini düşündüm. İnsanlar başkasının sözünü kesiyor da kitabın sayfalarında sözünüzü kesemiyor. Dolayısıyla mecburen okuyorsunuz. Okuduğunuz için sözünüzü kesemiyor. Sonunda hikâye bittiğinde, “Vay be, böyle bir tecrübe de varmış,” gibi bir cümle söylüyorlar. Özetle,  “bu iyi” ya da “bu kötü”  demiyor. Ama sonunda şunu gösteriyorum. İnsanların başına çeşitli şeyler geliyor. Bu başlarına gelen şeyleri başkalarına anlatmakta zorluk çekiyorlar.

Sonuçta insan Auguste Comte’un dediği gibi insan toplumsal bir hayvan, öyle ya da böyle, toplumdan bir şey bekliyorsunuz. Yahu beni anlayın Allah aşkına, diyerek kimse kimseyi anlamıyor. Çünkü vakit harcamıyor, emek vermiyor. Emek vermediği için de sevmiyor. Biz emek verdiğimiz şeyleri seviyoruz. O yüzden ben bu kitapta emek verilmesinin önemini anlattım. İnsanlar sevdiğini iddia ediyorsa mutlaka buna emek vermesi lazım. Emek vermeden sevgi işi bir tuhaf. Ona “uzaktan hoşlanmak” diyoruz biz. Dolayısıyla hoşlanmak, sevmek, âşık olmak ve tutku ile diğer duyguların ne anlama geldiğini bu kitapta anlatmaya çalıştım. Yani kolay olmadı. Çok erotik bir şey yok, onu söyleyeyim. Çünkü ben sadece bizim gibi hayat tarzı olanlar, bize yakın olanlar ve bizden daha ileride olanlar eğlensin diye yazmadım. Bizim gibi yaşayamayanlar, kısıtlamaları olanların, hayatları mahalle baskısı altında ya da aile baskısı altında geçenlerin de eve götürdüklerinde rahatça okuyacakları bir kitap yazmaya çalıştım. Bu sorumluluğu da üzerimde hissettim. Yoksa çok satsın diye ,ki fena satmıyor bu arada, içine böyle parçalar koymak da mümkündü. Ama yani bunu yapmadım. Çünkü herkesin okumasını istedim.

 

Endüstri 4.0’ın sanat ve finansla olan ayrı ayrı olan ilişkileri hakkında neler düşünüyorsunuz? 

Sanat aslında bir başkaldırıdır. Yani toplumdaki birikmiş olan gazı sanatla çıkarabilme ihtimaliniz varken sanatın bu kadar baskı altında olması beni üzüyor. Ancak çözüm elimizin altında. Endüstri 4.0 aslında yapay zekânın marifetiyle toplumun bütün tepkilerini toplayıp dijital bir omurgayla üretimi yaptığımız yere getirip toplumun duygularını, isteklerini, taleplerini yansıtan bir ürünle ortaya çıkmak demek. Aslında daha da ileriye gitmek demek. Toplumun beklentilerinin, gelecek beklentilerinin ne olduğunu da fark edip önümüzdeki dönemler için de bir şey icat etmek, yapmak anlamına geliyor. Aslında sanat bunu bir şekilde yapıyor. Çünkü sanatçı toplumun içinde yaşıyor. Yani bugün baktığınız zaman, iktisadi karar alanlarının birçoğu herhalde sokaktan bir kilo domates almamıştır. Ama sanatçı öyle değil. Sanatçı gerçekten hayatın içinde yaşıyor. Fakat sanatçının da kendini sınırladığı yerler var. Onu da eleştiriyorum.

Mesela birçok sanatçı hocamız var ve “Ben sosyal medya kullanmam, ben cep telefonu kullanmam, ben bilgisayar kullanmam,” diyor. Tamam da dünya bir yere doğru gidiyor. Siz dünyanın nereye gittiğini nereden anlayacaksınız bunların hiçbirini kullanmazsanız ? Bir gerçek dünya var, bir de dijital dünya var. Dolayısıyla sanatçı evrenin gerçek efendisiyse, evrenin de sınırları yoksa, sanatçının sınırlarının olmaması lazım. Kendine sınır koyan, özellikle yaşamında sınır koyan, ilhamını sınırlarla yaşatan kişilerin günümüzde sanayi 4.0’a veya şöyle diyeyim, önümüzdeki neslin arzularına ya da merakınına cevap verecek bir üretimde bulunabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla bu genellikle birazcık X kuşağı ve X kuşağından biraz önce olan baby-boomers dedikleri bu 1945-1969 arasında doğmuş olan kuşağın mazeretleri. “Sosyal medya insanı bozuyor, bu sosyal medyada çok vakit geçirirsem bu sanatıma engel oluyor,” gibi bahaneler. Tamam da eskiden bin iki bin kişilik bir çevrede yaşıyordun, şimdi sosyal medya çevresinde milyonlarca kişinin ne düşündüğünü toplayabiliyorsun. O yüzden sanatçının nerede duracağını, alışkanlığını nereye kadar derinleştireceğini iyi biliyor olması gerekiyor. Kendisinden korktuğu için sosyal medyaya girmiyorsa o da tuhaf. Onun da psikolojik olarak tanımlanması gerekir. Bu yüzden bir avukat benim sosyal medya hesabım yok dediği zaman, bir sanatçı veya bilim insanı ya da siyasetçi dediği zaman bu bana çok tuhaf geliyor. O zaman topluma fikirlerinizi nasıl duyurmayı düşünüyorsunuz? Hele ki bu güzel özellik elinizde varken… İşte, bu yüzden bence bu Endüstri 4.0’ın en önemli tarafı bu. Dediğim gibi yapay zekâ sayesinde insanların ne düşündüğünü anlayıp bunu dijital bir omurga üzerinden önünüze kadar getirin, her şeyin farkında olun, onların talep ettiği, istediği, hatta onların lehine olacak ama bugün görmedikleri şeyleri üretip tasarlamayın ve sunun. Spordan tutun sanata kadar, bilimden tutun da ticarete kadar, hatta kültürden siyasete kadar her yerde bu dijital dönüşümün ciddi etkileri olacağını ve bundan kaçınmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla kaçınma mümkün değil ise bir oturup düşünmek gerekiyor. Aksine yakalamak lazım.

 

Birçok TV programına katılıyor, kitap yazıyor, akademisyenlik yapıyorsunuz. Paylaşmayı, etrafınızı aydınlatmayı seviyorsunuz. Teknoloji sizin işinizi kolaylaştırıyor, az önce bahsettiğiniz gibi. Sadece belli bir kitleyi değil, birçok kitleye ya da kişiye bu şekilde ulaşabiliyorsunuz. Tüm bu etkenler etkinizi nasıl artırıyor?

Şimdi bir kere insanların ne düşündüğünü nereye kadar umursayacağınızı çok iyi bilmeniz gerekiyor. Yani insanların düşündükleri önemli, çünkü bunlar tepki, fakat insanların düşündüklerine göre şekil almak hata. Yani insanların her söylediğine kafanızı takarsanız da bu sefer onların söyledikleri kadar olursunuz. Halbuki sizin bir sanatçı, bir bilim insanı, hatta bir iş insanı, bir yaratıcı zekâ olarak yapmanız gereken şey onlara faydalı olacak çıkarımları, önermeleri yapmak, üretimleri yapmak. Sadece onların dediği kadar olursanız bu olmaz, bu mümkün değil. Çünkü bizim gibi bir insan sadece dinleyemez, liderlik de etmesi gerekir. Patronluk etmeye kalkarsanız onların dediğini yapmış olursunuz. Ama liderlik etmeye kalkıyorsanız ne zaman dinleyeceğinizi, ne zaman liderlik edeceğinizi, ne zaman onlara yol göstereceğinizi çok iyi tanımlamanız gerekiyor. Kolay bir iş değil. Bu ancak tecrübeyle olur.

Bir genç insan çıkıp da ben bunu rahat rahat yapıyorum derse garanti uyduruyordur. Ben şimdi 69 doğumlu olduğuma göre gelecek sene elli yaşıma gireceğim. Şimdi şimdi diyorum ki “oluyorum galiba”… İlk baştaki sorunuzda da söylediniz, insanlar yüz yaşına kadar yaşayacak. Demek ki ben şimdi yolun yarısındayım. Daha yeni anladım. Elli yıl geçmesi gerekti ki tamamen sosyal hayatımda, iş hayatımda veya sanat hayatımda, spor hayatımda, bilim hayatımda tam oturdum artık, ben yavaş yavaş oluyorum. Yani hamdım, piştim, olmaktayım diyebiliyorum kendime. Vakit alıyor. Bu işler bayağı vakit alıyor. Çünkü gençliğin hezeyanları var, gençliğin itirazları var, gençliğin isyanları var, bu isyanları yatıştırmak için çok daha derinlikli, çok daha geniş kitlelere hitap edecek derinlikte tutkuları veya söylemleri söylemek için hatırı sayılır bir tecrübeye ihtiyaç var. Bu tecrübe de aynı şeyi yapmaktan geçmiyor. Kırk ayrı şey başınıza gelecek, kırk ayrı şey yapacaksınız. Böyle bir şey.

 

Teknolojik gelişmeler eğitim alanında ne tür iyileşmelere sebep oldu? Akademisyen şapkanızla bunu değerlendirebilir misiniz? 

Bir kere, uzaktan eğitim önemli bir çıkarım oldu. Sonuç da fiziki bir mekâna gerek kalmadan öğrencileri, hatta binlerce öğrenciyi sanal ortamda birleştirme ve ders verme imkânı var. Hatta karşılıklı öğrenim yapma imkanı da. Çünkü öğrencilerden de çok şey öğreniyoruz. Eğer dijital dönüşüm olmasaydı, teknoloji olmasaydı bunu yapmak mümkün değildi. Bugün hiçbir ülkede eğitim ihtiyacını karşılayacak kadar derslik olduğunu düşünmüyorum. Yani Amerika Birleşik Devletleri’nde de mümkün değil., burad da. Dijital dünyanın sayesinde, teknoloji sayesinde artık elimizdeki cep telefonu ya da bilgisayar veya tablet, ne varsa, onlar artık eğitim enstrümanı haline geliyor. Hatta eğitim mecrası haline geliyor. Yani tüm fabrikalardaki boş odaları derslik haline getirseniz yine yetmeyecek. Dolayısıyla dijitale geçiş bir anlamda birçok meseleyi çözüyor, kolaylaştırıyor. Bir de bu Nobel gibi veya dünyanın önemli ödüllerinin verildiği merkezlere girmek kolay değil. Oraların da kendine göre mafyası var. Ama dijital ortam artık her çalışmayı şeffaf bir şekilde gösteriyor. Bu özgün eserlerin de dijital ortamda takip edilmesi veya özgünlüğünün kontrol edilmesi artık çok kolay. Dolayısıyla bilime çok yaradı dijitalleşme.

Yani dijitalleşme öldürmedi, aksine hem bilimi ileri götürdü hem de insani dokunuşların ihtimalini artırdı. Ayrıca farklı ülkelerde çalışma yapanların prestijli bilim ödülleri almalarının önü de açıldı. “Ama kişisel hayat da kayboldu, özel hayat kalmadı” diye itiraz edenler de var. İnsanların milletin öğrenmesinden korkacağı ne olabilir diye düşünüyorum. Yani eğer size özel bir fotograf çekmişseniz, bunu birisinin eline geçirip ondan sonra sağa sola vermesi onun ayıbıdır. Bir doküman vardır veya devletle alakalı bir iş yapıyorsanız zaten niye oralarda tutuyorsunuz onları? İşte devlet büyüklerine mail atanlar var, o mailler ele geçiyor. Devlet büyüğüne niye mail atıyorsun? Veya attığın mailde tuhaf şeyler varsa niye tuhaf şeyler yazıyorsun devlet büyüğüne? O yüzden özel hayat kavramının, bu özel bilgi kavramının, gizlilik kavramlarının bir kere daha gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü bilimsel ahlak da, toplumsal ahlak da bunu gerektiriyor. Zaten ahlak benim için bir tane. Spor ahlakı, ev ahlakı, iş ahlakı diye bir şey yok. Ahlaklıysan ahlaklısındır, değilsen değildir. Dolayısıyla başkalarına ait hassas dokümanları saklıyorsan doğru değil, ayıptır. Birisi seninle alakalı bir kusuru, sana ait olan bir özelliği senden müsaadesiz paylaşıyorsa o da onun ayıbıdır. Yapacak bir şey yok.

 

https://magg4.com/emre-alkin/

Ara