Kaybederken Skorbordu Kurcalamak…

Sanıyorum finans piyasasında olan bitenleri sade vatandaş pek takip etmiyor. Çünkü para-kredi mekanizması değil daha çok ödeme mekanizmasıyla muhataplar. Kredi kartları, pos cihazları veya en kötü veresiye defterlerinde sıkıntı yoksa akışkanlıkla alakalı bir problem hissetmiyorlar.

Ancak, bankalar ve para yönetimi arasında sessiz bir mücadele var. Politika faizlerinin düşürülmesi neticesinde kredi faizleri düşmezken, düzenleyici otoritenin kuralları çok değiştirmesi veya yeni kurallar getirmesi, banka personelinin zorlanmasına yol açıyor. Çünkü bir yandan kaynak maliyeti diğer yandan operasyonel hesaplamaların yanında bir de değişen kurallardan kaynaklanan parametreler ekleniyor.

Esasında özel bankalar yıl sonuna kadar tedbirli gitme kararı aldıkları için ticari veya kurumsal taraftan çok riskleri rahat dağıtabildikleri bireysel bankacılık tarafına ağırlık vermiş durumdalar. Eskiden de çok aranıyorduk bankalar tarafından ama şimdi hem dijital mecra hem de telefonla sürekli para satmaya çalışıyorlar. Bireysel ve ticari kredilerin kaynağı daha çok mevduat, kurumsal kredilerin kaynağı ise konsorsiyum kredileri olsa da, sebep-sonuç ilişkilerinin karıştığı ortamda bankacılar hesaplanabilir risklerle yola devam etmek istiyorlar. Kredilerin maliyeti ve veriliş tarzı kaynak kompozisyonuna göre belirleniyor ama, oldukça düşük mevduat faizlerine karşı iki katı kadar pahalıya verilen krediler, özel bankalara hiç alışık olmadıkları bir psikoloji yaşatıyor. “Sürekli kredi vermeye gerek yok, böyle de karlıyız !..”

Açıkçası uygulanan politikalar sebebiyle kredi kuruluşlarının rekabet etme zorunluluğu ortadan kalktı diyebilirim. Uzun süredir takip ettikleri, bildikleri ve güvendikleri müşterilere ürün sunmak ya da kredi vermek için çabalıyorlar. Bu arada başka bir kurumun “iyi müşterisi” varsa onu çekmek için prensiplerini esnetebiliyorlar. Bazı bankacılar yeni bir KGF çıkarsa, sorun yaratacağını düşündükleri kredileri kapatma yoluna gidebilirler. “Alan hayrını görsün” diyerek kredi portföylerinin bir kısmının gidişine ses çıkarmadan seçimleri beklemek isteyen bankacı sayısı az değil.

“Nispi Fiyat Dengesi Bozulunca…”

Bu durumun çözümünü “seçimleri beklemek” diye tarif edemeyiz elbette. Öncelikle enflasyonun varlığı kabul etmek ve para piyasasını serbest bırakmak gerekir. Bunu yapmadan önce döviz rezervlerini güçlendirsek iyi olurdu ancak dalgalı kur rejimine güvenmek gerekiyor. Yani enflasyon oranları, faiz ve döviz kurlarını birbirlerine yaklaştırmadan süreci sağlıklı yönetmeyiz. Zaten bu sebeple gelecekteki fiyatlamaların bugünkünden çok farklı olacağını bilen bankacılar kredi vermekten imtina ediyorlar.

Bir ülkede enflasyon başka, faiz oranları başka, döviz kurlarının seyri başka, enerji-gıda-elzem ürünlerin fiyat seyri başka gerçeklerde geziniyorsa, çözüm bu durumu ortadan kaldırmaktan geçiyor. Faiz düşük ama kredi alınamıyorsa, döviz kurlarının artmasına müsaade edilmese de kurumlar serbestçe alamıyorsa, enflasyon ile hayat pahalılığı arasında ciddi bir makas oluşmuşsa, daha da kötüsü işletmeler çalışanları elde tutmak için karlarından vazgeçmiş duruma gelmişlerse o zaman uygulanan politikayı gözden geçirmek gerekir.

İşin doğrusu biz 2018 yılından beri ekonomik olarak sıkıntı içindeyiz ve para piyasasından faktör piyasasına kadar her yere baskı uygulayarak iyileşmeyi erteliyoruz. İthalatının % 90’ı üretmek için gerekli mallardan oluşan Türkiye’de yapılması gereken iş sanayide dönüşüme, enerji verimliliğine ve ihracata liderlik etmek ya da yön vermek iken, doğrudan sonuçlarla uğraşmayı uygun gördüğümüz için sıkıntı çekmeye devam ediyoruz.

Bundan sonraki sürecin stratejisi uzun vadeli ve sabırlı olmamız gereken, temelden yeniden yapılanmayı içeren bir tasarıma dayanmalı. Açıkçası kurlara, faizlere ve fiyat oluşumlarına müdahale ettikçe, yenildiğimiz bir maçta skorbordu kurcalamak gibi geliyor bana. Sonuç değişmiyor.

Prof. Dr. Emre Alkin

Ara