Küresel darboğazdan ulusal zorluklara…

Euro Bölgesi ve ABD’de devam eden faiz artış hareketinin parite üzerindeki etkilerini izliyoruz. Ayrıca resesyon endişeleri ve enerji darboğazı kol kola girmiş yola devam ediyor. Enerji maliyetlerinin Avrupa’da tolerans noktasını aşmış olduğunu görmekteyiz. Bu durum sadece

Türkiye’de de birçok işletme “enerji faturam ödediğim kirayı geçmiş durumda” diyerek endişelerini dile getiriyor. Aslında enerji maliyetlerinin tamamı yansıtılmadan bir kısmı devlette kalıyor. Ancak bu durum yüz milyarca TL hazineye yük bindiriyor. Bir yandan artan dalgalanan bütçe dengesi diğer yandan kamunun kaynak yaratma çabası, sebep-sonuç ilişkilerinin karıştığı bir ortam yaratıyor.

Bu karmaşık ortamda para arzını artırırken, krediler için yeni koşullar getirmek, finansman maliyetine ek tedbirler koymak çelişkili uygulamalar. Bunların sebebini şuna bağlıyorum: Her sabah ekonomi yönetimi parasal duruma ve piyasalara bakıyor, sonra da şartlara göre taktik belirliyor. Ancak ana stratejinin tam olarak ne olduğunu henüz anlayan yok. Açıkçası “seçime kadar topu havada tutalım” demek bir taktiktir, strateji değil. Altını çizmem gerekiyor.

“Yine mucize formül bekleniyor…”

Merkez Bankası Rezervlerinden yapılan satışlarla döviz kurlarında istikrar sağlamaya çalışırken, net varlıkların hala ciddi miktarda negatif olduğunu görüyoruz. Bir yandan emisyon diğer yandan döviz satışı derken, yavaş yavaş hiperenflasyon koşullarını yaratmaya başladık diyebilirim. Piyasaya verilen paranın kredilere tahdit getirerek sterilize edilmesi çok mümkün değil. Bankalara zorla devlet kağıdı aldırmak da istikrarlı bir çözüm değil.

Sonuç olarak, piyasa fiyatlamalarının birbirinden kopmakta olduğunu görmemek mümkün değil. Yılsonu enflasyonu % 65 beklenirken, tahvil faizinin % 15’ten düşük olması, mevduat faizinin % 15-17 bandında seyretmesi, KKM ile Hazineye şu ana kadar 75 Milyar TL yük binmesi, BIST’te bankalardan kaynaklanan sert hareketlenmeler, hayat pahalılığı ile enflasyon arasındaki makasın giderek açılması endişeyle izlediğimiz gelişmeler.

Son olarak bütçe gelirlerindeki artışlara bakınca, hayat pahalılığı ve enflasyon arasındaki farkı net olarak anlayabiliyoruz. Aksi takdirde vergi gelirlerinde %100 ‘ün üzerinde artış gerçekleşmezdi. Ayrıca faiz ödemelerine giden rakamın giderek büyüdüğünü de görüyoruz. Bunu da yıllık bütçe açığı ve faiz dışı fazlayı karşılaştırarak görebiliyoruz.

Sorun şu: Büyümeye destek vermek ve faizi düşük tutmak için verdiğimiz mücadele için piyasaya verilen paranın nasıl sterilize edileceği, satılan dövizlerin yerine nasıl geri konuşulacağı konusunda kimsenin bir fikri yok. Ancak herkes “mucize formül” beklemek gibi bir ruh haline girmiş. Yani “bu durumdan da kurtuluruz” diyenler çok. Bu durumun tek sakıncası, gerçekten sıkıntı büyürse önlem almak için gerekli vakit y ada şartı bulamayabiliriz.

 

Prof. Dr. Emre Alkin

Ara