Parayı yaşamın önüne koyanlar için…

Dün bana sosyal medyadan cevap vermek için yarışan birkaç kişinin mesajlarını acı bir tebessümle okudum. Devlete çatacağına bana çatmayı tercih etmişler.

Söylediğim şuydu: Sadece sporcuları değil, iş hayatında çalışanları da düşünmek lazım. Fabrikalar, şantiyeler ve firmalarda çalışanları.

Tabii kızmışlar. “O zaman kim para kazanacak da ücretleri ödeyecek” diye. Bunu neden devlete değil de bana sorduklarını bilmiyorum. Mevzu bahis olan yaşam ise gerisi önemli değil. Kimsenin yaşadığı lüks sonsuza dek garanti değil. Hiç kimse de bazı insanlar zengin olsunlar ya da zengin kalsınlar diye zor şartlarda çalışmak zorunda değil. Çalışanlarının sağlığını düşünmeden para kazanmak isteyenlerin gideceği mesafeyi kısaltmanın zamanı geldi. Hiçbirimizin tuzu “kuru” değil. Yaşamak için çalışmak zorundayız. Ancak yaşamadıktan sonra çalışmanın ne anlamı var ?

Günlük rutine dönersek: “Milli karantina” geleceğine dair söylentilerin de yükselmeye başladığını görüyorum. Hafta sonu hem televizyon kanalları hem de üniversitedeki son hazırlıklar sebebiyle yollardaydım. Balık tutanlardan toplu halde pastanelerde oturanlara kadar ne kadar tedbirsizlik örneği varsa şahit oldum diyebilirim. Anlaşılan şu ki devlet zoruyla bazı sınırlanamaların getirilmesi gerekiyor.

Bazı kişiler “tüm ülkeyi eve kapatırsak ekonomik olarak batarız” diyorlar. Ancak bunu söylerken yüzlerinde maske ve ellerinde eldiven var. Şantiyelerde, fabrikalarda ve firmalarda hala yüzlerce kişi beraber çalışıyor. Anlaşılan gelir kaygısı hem firmaların hem de vatandaşların sağlık kaygılarının önüne geçiyor. Bununla ilgili bazı net adımların atılması gerekiyor diye düşünüyorum. İşsiz kalma korkusu, firmayı batırma kaygısı öncelikli mesele haline gelmeden herkesi yatıştırmak lazım.

Okul ücretlerinden doğal gaz faturasına kadar “bunları nasıl ödeyeceğiz” şeklinde soru soran birçok vatandaş var. Önce ücretli izinli, sonra ücretsiz izinli ve nihayetinde işsiz olacağını düşünen insan sayısı giderek artıyor. Diğer taraftan, esnek çalışma ile ilgili yaklaşımların da yeniden ele alındığını görmekteyiz. Hatırlarsanız bundan önceki raporlarda 2027’de serbest çalışanların bordroda çalışanlardan daha fazla olacağına dair raporları paylaşmıştım. Hatta, Kaliforniya Eyaleti bu seyri durdurmak için yasa çıkarmıştı. Ancak şimdi mecburen bu gerçeği kabul etti ve farklı bir yol izlemeye karar verdi. “Zor oyunu bozar” dedikleri bu olsa gerek.

“Devlet sistemi de bu gidişle değişecek..”

Sadece finansal ve reel sektörde değil devlet yönetiminde de değişiklik olacağını düşünüyorum. Devlet hizmetlerinin e-türkiye üzerinden verilmesi çoktan başlamıştı. Bundan sonra “oy verme” işlemine kadar devam edecek bir dijitalleşme sürecin yaşanacağını tahmin ediyorum. Yaşan tüm gelişmeler siyasetin de iş dünyası gibi gerçekler üzerine inşa edilmesi gereğini ortaya koyuyor. Dünya bir anda uyandı ve gerçekleri duymak isteyecek bir kıvama geldi. Bir devlet ne kadar şeffafsa o kadar güven uyandıran bir özelliğe kavuşacak. Eğer devlet “siz sağlığınızı düşünün biz gerisini düşünürüz” algısı veremiyorsa, “söylemiyorsak bir bildiğimiz var” demesi inandırıcı olmayacak.

Bu arada FED’in “sınırsız varlık alımı” kararı açıklaması da önemliydi elbette, atlamamak lazım. Ancak resesyon kabusu ve panik havası bu kadar artmışken, bu büyük hamlenin piyasalar üzerinde kalıcı bir bahar yaratması imkan dahilinde gözükmüyor. Sebebini sıkılmadan ve sıkmadan tekrar etmek istiyorum:

Bu kriz bir salgın hastalıkla başladı ve ne zaman biteceğini kestiremiyoruz. Dolayısıyla daha önce yaşanmış finansal krizlerde varlık alımları dip seviyeleri görmüş olan piyasaları canlandırmak için yapıldı. Bugün piyasaların nerede dip yapacağı bilinmediği için, eldeki son imkanlar da seferber ediliyor diyebilirim. Asında bu durum adeta bir “kamulaştırma” hamlesine benziyor. Birçok ülke mecburen zor durumda olan dev şirketleri kamulaştırma yoluna gidebilir. Kamu Bankalarının mecburen bazı firmaları, geçmiş zamanda olduğu gibi devralması da gündeme gelebilir.

Sanıyorum önümüzdeki günlerde bu yaklaşımın ayak seslerini daha yüksek duymaya başlayacağız.

Prof. Dr. Emre Alkin

 

Ara